“Zehirli Ağacın Meyvesi de Zehirlidir”

Avukat Gürkan Özocak:

“Sosyal Medya Hesaplarınızdan Çocuğunuzla İlgili Asgari Düzeyde Fotoğraf Paylaşın”

 Sosyal medya hesaplarının ve burada paylaşılanların delil değerinin olup olmadığının en sık tartışıldığı mecraların başında boşanma davalarının geldiğini belirten Özocak; “Eğer davacı, eşinin sosyal medya hesaplarına gizlice girer, Facebook, Twitter, Instagram hesabının şifresini ele geçirerek ondan habersiz bir biçimde hesaba ulaşır veya buna benzer şekilde eşinin rızası olmaksızın hesaba erişim sağlarsa, buradaki kamuya ifşa edilmemiş gizli nitelikteki içerikler veya özel yazışmalar, boşanma davasında delil olarak kabul edilmeyecektir”dedi.

 Arzu Kılıç

Terör örgütlerinin faaliyetlerini sanal dünyaya taşımaları, fikri mülkiyet haklarına yapılan tecavüzler, çocuk pornografisinin yaygınlaşması ve hackerlerin yaygınlaşması gibi nedenler yeni bir hukuk dalı olan bilişim hukukunun ortaya çıkmasına neden oldu.

Bilişim hukukçularımızdan Köksal&Partners, Köksal-Özdamar-Özocak Avukatlık Ortaklığı’nda Ortak Avukat olan Gürkan Özocak ile Kişisel Verilerin Korunması Kanunu, Kişisel Mahremiyet, Sosyal Medyanın Boşanmalara Etkisi ve yeni bir kavram olan “Çocuk Teşhiri” konularını konuştuk.

Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan Özocak, 2012’de Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ceza ve Ceza Usul Hukuku Ana Bilim Dalı’ndan “Türk Ceza Hukukunda Suça Teşebbüs” başlıklı teziyle yüksek lisans derecesini aldı. Halen Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ceza ve Ceza Usul Hukuku Ana Bilim Dalı’nda doktora eğitimini sürdürmekte.

Türkiye Bilişim Derneği (TBD) Hukuk Çalışma Grubu üyesi de olan Özocak özellikle ceza hukuku, bilişim hukuku, siber suçlar, bilgi güvenliği ve spor hukuku konularında uzman.

Ailesi de olsa çocuğun fotoğraflarının veya özel bilgilerinin özellikle de diğer ebeveyninin rızası yoksa kamuya açık platformlarda paylaşılmasının hukuken sıkıntılı bir durum olacağının altını çizen Özocak, günümüzün suç dünyasında çocukların, suç mağdurları listesinin en üst sıralarında yer aldığını söyledi.

Özocak ailelere çocuk teşhiri konusunda uyarılarda bulundu; “ilk uyarı, çocuklarınız herhangi bir suçun mağduru olmadan önce önleyici tedbirleri alın, sosyal medya hesaplarınızdan çocuğunuzla ilgili asgari düzeyde fotoğraf paylaşın ve sosyal medya hesaplarınızı da (özellikle çocuğunuzla ilgili fotoğraflar vs. varsa) dışa kapalı konumda tutun”

-Günümüzün en önemli kavramlarından birisi de “Kişisel Mahremiyet” konusu. Kişisel mahremiyet nerede başlıyor, nerede bitiyor ve öldükten sonra da geçerli mi? Özellikle ölen kişilerin Facebook hesaplarına ailelerinin erişimi konusunda zaman zaman sorunlar yaşanabiliyor. Örneğin 2012’de Berlin’de metro raylarında ölen 15 yaşındaki genç kızın annesi, ölüm nedenini ve bir intihar olup olmadığını anlamak için Facebook hesabına erişmek istiyor. Facebook talebi kabul etmiyor. Bu nedenle hukuk yoluna başvuruluyor ama temyiz mahkemesinden çıkan karar, olayı “kişisel mahremiyet” olarak değerlendiriyor. Türkiye’de buna benzer davalar var mı? Varsa mahkemelerin bu konudaki tutumu nedir?

Kişisel mahremiyet konusu, özellikle İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve tüm demokratik ülke anayasalarınca korunan özel hayatın gizliliği ile birlikte değerlendirildiğinde, çağımızın en önemli hukuki koruma konularının başında geliyor. Kişisel mahremiyet, özetle, kişinin kişisel verilerinin ve özel hayatına ilişkin bilgi ve belgelerin bulunduğu özel alanının tümünü kapsar. Bu nedenle, bu verilerin tutulduğu alan üzerinde kişi münhasıran hak sahibidir. Kişisel mahremiyet, ancak söz konusu veriler kişinin rızası ile aleni hale gelirse sona ermektedir. Dolayısıyla, sorunuzdaki “kişisel mahremiyetin nerede biteceğine” ilişkin kısmı bu şekilde cevaplayabilirim. Örneğin, bir kişi kendi rızasıyla sosyal medya hesabından bir fotoğrafını veya bilgisini yayınlarsa, bu durumda artık o bilgi veya fotoğraf kişisel mahremiyet alanından çıkıp, kamusal alana geçiş yapar. Ancak, eğer aynı fotoğraf kişinin rızası dışında yayınlanmışsa, mesela kişinin hesabına girilip fotoğraf alındıysa veya kişi kendi rızası ile birine göndermiş dahi olsa yayınlanmasına rıza göstermemişse, o fotoğrafın kamuya mal olduğunu söylemek mümkün değildir. Fotoğraf kişinin rızası dışında yayınlandığından, özel hayatının gizliliğinin, dolayısıyla kişisel mahremiyetinin ihlali anlamına gelir. Bu durumda da, TCK m. 134 uyarınca Özel Hayatın Gizliliğini İhlal suçu söz konusu olabileceği gibi, özel alanı ihlal edilen kişinin, asliye hukuk mahkemelerine başvurarak bu ihlalin, tecavüzün sonlandırılmasını ve ihlali yapan kişinin kendisine manevi tazminat ödemesini talep etme hakkı da doğar.

Öldükten Sonra Kişisel Mahremiyetin Devamı…

Öldükten sonra kişisel mahremiyetin devam edip etmeyeceği son zamanların tartışılan hukuki konularından birisi. Sorunuzda geçen Almanya’daki olayda, aile, talebi Facebook tarafından reddedilince mahkemeye başvuruyor. Mahkeme, bahsi geçen genç kızın Facebook hesabının içeriğinin mirasının bir parçası olduğuna ve yaşı da küçük olduğundan haklarının ailesi tarafından korunacağına, bu nedenle de ailenin hesaba erişim hakkının bulunduğuna hükmediyor. Ancak temyiz mahkemesi, hesabın açılmasının kişinin mahremiyetine zarar vereceği gerekçesiyle, bu kararı bozuyor. Ailenin halen Almanya Federal Mahkemesi’ne başvuru hakkı var, burada Alman hukuku yönünden Federal Mahkeme kararı belirleyici olacaktır. Ancak, temyiz mahkemesinin verdiği kararın gerekçesi önemli. Mahkeme, bozma kararında birbiriyle yarışan haklar arasında bir derecelendirmeye gidiyor ve kişisel mahremiyet alanının miras hakkından daha “üstün bir hak” olduğu gerekçesiyle, ailenin ölen kızlarının Facebook hesabına erişmesinin mümkün olmadığı sonucuna varıyor. Bu haklar ve hangisinin üstün olduğu, birbiriyle yarışıp yarışmayacağı hukuki yönden elbette tartışılabilir, farklı yorumlanabilir. Fakat, ölen kişinin de özel hayatının gizliliğinin bulunduğu, kişinin ölmüş olmasının onu itibar ve saygınlıktan mahrum hale getirmeyeceği tartışmasızdır. Bu nedenle, şahsi kanaatim, ölen kişinin de kişisel mahremiyetinin devam edeceği yönünde ve kişinin ölmeden önce ortaya koyduğu açık rızası yoksa bunların gizli kalmaya devam etmesi gerekiyor.

Ülkemizde bununla ilgili bir uygulamaya henüz rastlamış değiliz. Sosyal medya hesaplarının reel dünyadaki yansımaları sayılabilecek günlükler, mektuplar vs. özel eşya kabilinde, mirasçı sıfatıyla aile üyelerine teslim ediliyor. Ancak, yukarıdaki yorumla birlikte düşünüldüğünde, ölen kişinin mahremiyetinin korunması kabul edilirse, bu uygulamanın da tartışılır hale geleceği muhakkak. Fakat dediğim gibi, bugüne dek benim bildiğim Türkiye’de bu konuda açılan bir dava veya bir hukuk uygulaması yok. Ne var ki, bu durum, ölen kişinin itibar ve saygınlığının bulunmadığı anlamına da gelmemeli. Örneğin, ölen kişinin özel hayatına ilişkin bilgiler, kişinin kamuoyu nezdindeki itibar ve saygınlığını zedeleyecek biçimde alenileştirilirse, TCK m. 130 uyarınca ‘Kişinin hatırasına hakaret’ suçu meydana gelebilir ve ölen kişinin hatırasına hakaret eden kişi 3 aydan 2 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılabilir, dahası ölen kişinin yasal mirasçıları, manevi haklarının korunması için hukuki yollara başvurabilir.

Kişisel verilerin işlenmesinde başta özel hayatın gizliliği olmak üzere kişilerin temel hak ve özgürlüklerini korumak ve kişisel verileri işleyen gerçek ve tüzel kişilerin yükümlülükleri ile uyacakları usul ve esasları düzenlemek için çıkarılan “Kişisel Verilerin Korunması Kanunu” 24 Mart 2016 tarihinde TBMM’nde kabul edilerek kanunlaştı. Genel olarak Türkiye ve Avrupa’da Kişisel Verilerin Korunmasını değerlendirir misiniz?

 Kişisel Verilerin Korunması Temel Bir İnsan Hakkıdır

Kişisel verilerin korunması, modern çağda ortaya çıkmış ve bu haktan daha köklü tarihe sahip birçok temel hak ile yakın ilişki içerisindedir. Bunlar, başta özel hayatın gizliliği olmak üzere, düşünce ve ifade özgürlüğü, bilgi edinme hakkı, haberleşme özgürlüğü gibi çok önemli ve uluslararası insan hakları metinlerinde düzenlenen haklardır. Kişisel verilerin yakın ilişki içerisinde olduğu hakların bir kısmı mutlak haklardan olmasa da, baskın görüş, kişisel verilerin korunmasının temel bir insan hakkı olduğu yönündedir. Buna dayanak olarak, Birleşmiş Milletler Evrensel Beyannamesi’nin 17. maddesi, Birleşmiş Milletler Bireysel ve Siyasal Haklar Şartı’nın 12. maddesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 8. maddesi gibi önemli insan hakları metinlerindeki özel hayatın gizliliğine ilişkin hükümler gösterilmektedir. Bu bağlamda, kişisel verilerin korunması hakkının, sadece kişisel menfaatlerin korunmasına ilişkin değil, kamusal bir menfaat olarak insan onuru ve temel özgürlükler gibi çok daha geniş bir alana temas ettiği savunulmakta.

Avrupa açısından kısaca özetleyecek olursak; az önce adını andığımız uluslararası metinler dışında, OECD’nin rehber ilkeleri ve Avrupa Konseyi metinleri ile de kişisel verilerin korunması hususu düzenlenmekte. Ancak, Avrupa Birliği baz alındığında, kişisel verilerin korunması ile ilgili en önemli metin, kuşkusuz ki, Avrupa Birliği’nin 95/46/AT sy. Kişisel Verilerin Korunması Yönergesi. AB bazında, kişisel verilerin korunmasına ilişkin genel çerçevenin bu Yönerge ile çizildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu Yönerge, yalnızca mevcut veri koruma hukuku rejimini güçlendirmekle kalmamış, tanımladığı yeni bazı haklarla onu pekiştiren ortak bir çerçeve sunmuştur. Bu yönerge ile belirlenen temel ilkeleri şu şekilde sıralayabiliriz: Verilerin kaynağını bilme hakkı, yanlış kişisel verileri düzeltme hakkı, hukuk dışı işlemelere karşı başvuru hakkı, doğrudan pazarlama gibi bazı konularda verilerin kullanılmasına izin vermeme hakkı.

‘Genel Kişisel Veri Koruma Regülasyonu’ ve ‘Unutulma hakkı’

 Veri koruma yönergesinin en önemli özelliklerinden birisi de zorlayıcı nitelikte olması. Bununla, taraf ülkelerin ulusal hukuk sistemlerinin AB yönergesine paralel hale getirilmesi güvence altına alınmak istenmiş ve kişisel verilerin korunması bakımından önleyici bir koruma sistemi getirilmiş. 1995 tarihli Yönergede, ulusal ölçekteki ihlaller ve bu ihlallerin giderilmesi ihtiyacı karşısında 2012 yılında bazı reformlar yapıldı ve Avrupa Konseyi ile Avrupa Parlamentosunun onayına sunuldu. Bu reform paketiyle Yönerge yeni teknolojik gelişmeler ve yukarıda bahsettiğimiz ihtiyaca paralel olarak güncellendi ve kişisel verilerin korunması kapsamı da genişletildi. Birçok yeni hususun düzenlendiği bu reform paketiyle birlikte getirilen en önemli iki yenilik ‘Genel Kişisel Veri Koruma Regülasyonu’ (General Data Protection Regulation) kurumu ile ‘Unutulma hakkı’ (Right to be forgotten) göze çarpıyor. Bahsi geçen regülasyon ile birlikte, kişiler kendine ilişkin veriler üzerinde daha fazla söz hakkı kazanmakta ve buna paralel biçimde bu verileri kaydeden ve saklayan kurumların da, kamu veya özel fark etmeksizin, sorumlulukları artmakta.

Türkiye’de ise 10 yıldan uzun süredir tasarı halinde bulunan ve çıkarılması beklenen 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu, dediğiniz gibi Mart 2016’da kabul edildi ve 7 Nisan 2016’da Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. 2010 yılında Anayasa’nın 20/3. maddesi ile düzenlenen kişisel verilerin ancak kişinin açık rızasının bulunması halinde korunması yönündeki anayasal ilkenin uzun yıllar boyu kanunlaştırılmaması ciddi sıkıntılar yaratıyordu. Kanunun yürürlüğe girmesi öncelikle bu açıdan çok önemliydi. Bu kanun ile birlikte, kişisel verilerin hangi şartlarda işlenebileceği, kişilerin ırkı, etnik kökeni, inancı, cinsel hayatı, sağlığı vb. ile ilgili ‘özel verileri’nin işlenme koşulları, veri sorumlusu atanması ile hak ve yükümlülükleri, veri sorumluları sicilinin oluşturulması, verilerin silinmesi, yok edilmesi ve anonimleştirilmesinin şartları, TBMM, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından oluşturulacak Kişisel Verileri Koruma Kurulu’nun oluşumu ve görevleri gibi hususlar yasal düzenlemeye kavuşmuş oldu. Birçok eksiğine rağmen, kanunun yürürlüğe girmesi ile bir adım atılmış oldu. Ancak ikincil düzenlemenin, yani yönetmeliğin yürürlüğe girmemesi, kanundaki özellikle kabahatlere ilişkin uygulamanın gecikmesine sebebiyet verdiği için, uygulama açısından daha doğru bir değerlendirmeyi ancak ikincil düzenleme, yani yönetmelik yürürlüğe girdikten sonra yapabiliriz diye düşünüyorum.

Geçtiğimiz günlerde “Kişisel Verilerin Silinmesi, Yok Edilmesi veya Anonim Hale Getirilmesi Yönetmeliği Taslağı” görüşlere açılmış. Bunun anlamı nedir?

Az önce genel yapısını çok kısaca özetlediğim 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nun 7. maddesinde, kişisel verilerin silinmesine, yok edilmesine ve anonimleştirilmesine ilişkin usul ve esasların yönetmelikle düzenleneceği öngörülüyor. Bir önceki soruda bahsettiğimiz “ikincil düzenleme” bu yönetmelik. Bu yönetmelik ile kanunda çerçeve hükümleri düzenlenen, kişisel verilerin işlenme şartlarını ortadan kaldıran haller, kişisel verilerin saklanması ve imhasına ilişkin ilkeler ile kişisel verilerin silinmesi, yok edilmesi ve anonimleştirilmesine ilişkin tüm usul ve esaslar düzenleniyor. Taslak görüşlere açılmış ise de, bu haline yakın bir metin olarak çok yakında yürürlüğe gireceği kanaatindeyim. Nitekim biz de bu alanda çalışan bir firma olarak, Yönetmelikle ilgili çalışmalarımızı tamamlamış bulunuyoruz.

Kanun ile Yönetmelik arasındaki ilişki ve farklılığı şu şekilde özetlemek gerekiyor: Kanuna göre, kişisel verilerin işlenmesi için yasal bir nedenin bulunması veya kişinin açık rızasının bulunması gerekiyor, ayrıca verisi işlenen kişiye karşı da, veri işleyenin aydınlatma yükümlülüğü söz konusu. Buna göre, verisini işlediğiniz kişiye, veri sorumlunuzun kimliğini, veriyi hangi amaçla işlediğinizi, veriyi kime ve hangi amaçla aktarabileceğinizi, ayrıca veri toplama yöntemini ve hukuki sebebini açıklamanız, bununla ilgili bilgi vermeniz gerekiyor. Eğer bu yükümlülüklere uyulmazsa, yani kanuni bir neden bulunmadan yahut kişinin rızası alınmadan ve yukarıda sözünü ettiğim aydınlatma yükümlülüğü yerine getirilmeden veri işlenmesi durumunda, Kanunda öngörülen cezai ve idari yaptırımlar gündeme gelebiliyor. Ceza hükümleri hali hazırda yürürlükte, bunlar için Yönetmeliğin yürürlüğe girmesi gerekmiyor. Yani, an itibariyle veri saklayan ve işleyen şirketler yukarıdaki hükümlere aykırı davrandıklarında, sorumlularının ceza mahkemelerinde yargılanmaları durumu ortaya çıkıyor, bu yükümlülüğe aykırı davrandıklarından hapis cezası ile cezalandırılmalarına karar verilebiliyor.

Yine bu yükümlülüklere aykırı davranılması nedeniyle idari para cezası verilmesi Kanun ile düzenlenmiş bir diğer çok önemli husus. Burada çok ciddi para cezaları söz konusu. Aydınlatma yükümlülüğü ve kanunda detayı düzenlenen veri güvenliğini ihlal eden gerçek ve tüzel kişilere 5.000 TL’den başlayarak 1.000.000 TL’ye varan para cezalarının verilmesi söz konusu olacak. Bahsettiğimiz Yönetmelik yürürlüğe girdikten sonra, bu para cezalarının uygulaması da başlayacak.

Kişisel verilerin korunması süreçleri, özellikle ticari hayatın merkezindeki şirketler için bir uyum ve dönüşüm sürecidir. Özellikle “ticari şirketler” ifadesini kullandım, çünkü ticari şirketler, müşteri veya abone bilgilerinden tutun birçok konuda kişisel veri tutmakta, bunları uzun süreler saklamakta, işlemekte ve aktarmaktadırlar. Hatta müşteri bilgisi tutmasa dahi, personel çalıştıran şirketler bu personellerinin kişisel bilgilerini tuttuklarından, onlar da kişisel veri saklamakta ve işlemektedirler. Dolayısıyla, günümüzde, kişisel veri tutmayan bir şirket bulunmadığından, ülkemizdeki tüm ticari şirketler Kişisel Verilerin Korunması Kanunu ve Yönetmelik kapsamında faaliyet göstermektedirler. Bu nedenle de, yukarıda sözünü ettiğimiz cezai ve idari yaptırımlar tüm şirketler için geçerli, geçerli olmasının yanı sıra en yakıcı gündemlerden birisi olmalıdır. Zira, 7 Nisan 2016’dan itibaren Kanunun uygulanmaya başladığını ve Yönetmeliğin yakında yürürlüğe gireceğini ve Kişisel Verileri Koruma Kurulu’nun çalışmaya başlayıp idari yaptırımları uygulamaya başlayacağını düşündüğümüzde, veri güvenliğine ve aydınlatma yükümlülüğüne uygun davranmayan, veri altyapısını kanuna ve yönetmeliğe uygun hale getirmeyen şirketlerin bu cezalarla karşı karşıya geleceğini, dahası özellikle Kurul’un bazı şirketler yönünden veri işlenmesini durdurma şeklinde yaptırım uygulayabileceğini, dolayısıyla ticari faaliyeti durdurma noktasına kadar gelinebileceğini vurgulamak gerekiyor. Bu nedenle, tüm Şirketlerin ticari hayatlarına devam edebilmek için bu uyumlulaştırma ve dönüşüm çalışmalarını hızlıca tamamlamalarının, bununla ilgili hukuki ve teknik yardım almalarının zorunlu olduğu kanaatindeyim.

-Günümüzde sosyal medya boşanma nedeni olmakla birlikte boşanma davalarında delil olarak da gösterilebilmekte. Tarafların sosyal paylaşım sitelerinde (Facebook, Twitter, İnstagram vs.) yaptığı paylaşımlar boşanma davasında delil olarak kullanılıyor veya paylaşılan söz, fotoğraf, video çıktısı alınarak mahkemeye delil olarak sunuluyor. Sosyal medya boşanmalar üzerinde gerçekten çok mu ne etkili? ve insanlar neden sosyal medya paylaşımlarının öneminin farkında değiller?

Sosyal medya hesaplarının ve burada paylaşılanların delil değerinin olup olmadığının en sık tartışıldığı mecraların başında boşanma davaları geliyor. Özellikle, aldatma, kötü hayat sürme vb. boşanma nedeni sayılan durumlarda, boşanma davası açan eşin, karşı tarafın sosyal medya hesaplarındaki yazışmaları, paylaşımları veya fotoğrafları bu davalarda delil olarak sunup sunamayacağının tespiti son derece önemli.

Hukuka Aykırı Olarak Elde Edilen Bir Delilin İçeriği Doğru Dahi Olsa Hukuka Aykırı Delildir ve Mahkemece Esas Alınamaz

Bu nedenle sorunuza doğrudan cevap verecek olursam; karşı tarafın sosyal medya hesaplarındaki paylaşımlarının hukuka uygun olarak elde edilmesi halinde, bu paylaşımların boşanma davalarında delil oluşturacağını söylemem gerekiyor. Örneğin, eşin Facebook veya Twitter hesabı üzerinden, herkese açık olarak paylaştığı sözler veya fotoğraflar yahut yine kamuya açık olarak yaptığı yer bildirimleri gibi, herkesin kolaylıkla görebileceği ve ulaşabileceği, herhangi bir şekilde hesap sahibinin özel veya gizli alanına ilişkin olmayan paylaşımlar eğer bir boşanma sebebi oluşturuyorsa, bu paylaşımlar davada delil olarak kabul ediliyor ve verilecek hükme esas alınıyor. Buradaki temel sorun, hukuka aykırı olarak elde edilen deliller. Yargıtay tarafından kabul edilen görüşe göre, hukuka aykırı olarak elde edilen bir delilin içeriği doğru dahi olsa “zehirli ağacın meyvesi de zehirlidir” ilkesi nedeniyle hukuka aykırı delildir ve mahkemece esas alınamaz.

Boşanma davaları yönünden de, eğer davacı, eşinin sosyal medya hesaplarına gizlice girer, Facebook, Twitter, Instagram hesabının şifresini ele geçirerek ondan habersiz bir biçimde hesaba ulaşır veya buna benzer şekilde eşinin rızası olmaksızın hesaba erişim sağlarsa, buradaki kamuya ifşa edilmemiş gizli nitelikteki içerikler veya özel yazışmalar, boşanma davasında delil olarak kabul edilmeyecektir. Çünkü eşin bu bilgileri halen özel hayatına ilişkin mahrem bilgileridir. Bunlar boşanma davalarında delil olamayacağı gibi, hukuka aykırı olarak bunları ele geçiren eşin ceza sorumluluğu da söz konusu olacaktır. Örneğin, eşinin kendisini aldattığını sosyal medya hesabının şifresini kırarak buradaki yazışmalardan öğrenen kişinin davası, yalnızca bu delile dayanıyorsa kabul edilmeyeceği gibi, yazışmaları ele geçiren eş, bu eylemi nedeniyle, duruma göre bilişim sistemine yetkisiz erişim (TCK m. 243) , bilişim sistemindeki verilere müdahale  (TCK m. 244) veya kişisel verilerin hukuka aykırı olarak ele geçirilmesi (TCK m. 136) gibi suçlardan cezalandırılabilecektir.

Fakat Yargıtay’ın bu temel ilkeye aykırı kararlar verebildiğini de söylemeden geçmemek gerekiyor. Bununla ilgili Yargıtay’ın en üst karar mercii olan Hukuk Genel Kurulu, 2002 yılında verdiği bir kararla, aynı çatı altında yaşayan eşlerin özel hayatlarının içiçe geçtiğini, özel alan sınırlarının muğlaklaştığını, bu nedenle eğer bir eş diğerinin günlük, mektup veya fotoğraflarını zorla veya tehditle ele geçirmeyip evde bulmuşsa, karşı tarafın özel alanına ilişkin dahi olsa, bunların boşanma davasında delil olarak kabul edileceğine karar verdi. Yargıtay’ın yerleşik hale gelmiş bu kararını sosyal medya konusuna özgülersek, kararı, örneğin ortak kullanılan bilgisayardan ilgili siteye girdiğinde “beni hatırla” butonu tıklanmış olduğundan eşinin sosyal medya hesabına otomatik olarak giriş yaptığında veya hesap bilgisayarda eşi tarafından açık bırakıldığında, buradan elde edilen özel yazışmaların veya fotoğrafların da boşanma davasında delil olarak kabul edilebileceği şeklinde okumak mümkün. Ancak bu, Yargıtay’ın son dönemki tabiri caizse “popüler” eğilimi. Eğer ‘olması gereken’den bahsedeceksek, beraber yaşanılan konut içinde de olsa, eşlerin de kendi özel alanlarının ve kişisel mahremiyetlerinin bulunduğunu, bu mahremiyetin hukuk tarafından korunması gerektiğini, dolayısıyla bu mahrem alandan elde edilen bilgilerin boşanma davalarında delil olarak kabul edilmesinin doğru olmayacağını söylememiz gerekir.

Son zamanlarda “Çocuk Teşhiri” kavramı çok önemli bir konu haline geldi. Ebeveynler tarafından çocuklarının her halinin bilinçli/bilinçsizce sosyal medyada paylaşılması çocuklar ve aileleri için büyük tehditler oluşturabiliyor. Geçen hafta Türkiye’de yaşanan bir olayda mahkeme tarafından blogger bir anneye boşanma davasında çocuklarının fotoğraflarını sosyal medyada paylaşmasıyla ilgili yasak geldi. Boşanma davası sürerken mahkeme aldığı ara kararda çocukların velayetinin dava bitene kadar babaya bırakılmasına karar verdi. Görünen o ki artık boşanma davalarında velayet tartışmasında sosyal medya paylaşımları gündeme sıkça gelecek, anne ya da baba çocukların teşhir edildiği ve bunu istemediğini belirterek karşılıklı sınırlamalar koydurabilecek. Çocuk teşhiri konusunda değerlendirmelerinizi ve uyarılarınızı öğrenebilir miyiz?

 Çocuğun Fotoğraflarının veya Özel Bilgilerinin Paylaşılması Hukuken Sıkıntılı Bir Durum

Çocuk teşhiri, hatta daha kapsayıcı bir ifade kullanacak olursak, çocukların görüntülerinin sosyal medyada ifşası ve hukuken korunmaları, hukukun en önemli görevlerinden biri olmalı diye düşünüyorum. Hukuk düzenine göre, çocuklar reşit olana dek elbette anne ve babalarının gözetimindedirler ve çocuk adına belli oranda tasarruf hak ve yetkisi de ebeveynlere verilmiştir. Ancak bu tasarruf yetkisinin sınırsız olmaması gerekiyor. Nitekim sorduğunuz sorudaki örnek mahkeme kararında da, hakimin isabetli bir karar verdiğini düşünüyorum. Zira, ailesi de olsa, çocuğun fotoğraflarının veya özel bilgilerinin (özellikle de diğer ebeveyninin rızası yoksa) kamuya açık platformlarda paylaşılması hukuken sıkıntılı bir durum olacaktır. Bu durum neticesinde çocuğun hali hazırdaki sosyal çevresinde zarar görmesi mümkün olabileceği gibi, ilerleyen yıllarda ve reşit olduğunda, o dönemki fotoğraflarının ve bilgilerinin İnternette bulunmasından rahatsızlık duyabilir veya bunların kişisel mahremiyetinin yahut özel hayatının ihlali olduğunu düşünebilir. Bu nedenle, anne veya baba dahi olsa, çocuğun sosyal medyada teşhirine belli oranlarda sınırlama getirilmeli diye düşünüyorum.

Çocuklar Suç Mağdurları Listesinin En Üst Sıralarında Yer Alıyor

Hukuk dünyasına paralel olarak, günümüzün suç dünyasında da, çocuklar, suç mağdurları listesinin en üst sıralarında yer alıyor. Son dönemlerde sıkça gündeme gelen ve tüm toplumda haklı olarak infial yaratan çocuk tacizi ve tecavüzü vakalarının yanı sıra, çocukların bilgileri veya görüntülerinin ifşa edilmesi vb. durumlar da bir suç tipi olarak ortaya çıkabiliyor. Anne babalar veya arkadaşları bir çocuğun fotoğrafını iyi niyetle sosyal medyada paylaşıyor olabilir. Ancak sonrasında bu fotoğraf, farklı mecralarda farklı biçimlerde kullanılarak, çocuk istismarının bir aracı haline getirilebiliyor. Ne yazık ki hızla kirlenen dünyamızda, çocuklarımızı korumak için özel bir çaba sarf etmemiz gerekiyor. Bu nedenle, özellikle ailelere bu konuda yapılabilecek ilk uyarı, çocuklarınız herhangi bir suçun mağduru olmadan önce önleyici tedbirleri almanız, sosyal medya hesaplarınızdan çocuğunuzla ilgili asgari düzeyde fotoğraf paylaşmanız ve sosyal medya hesaplarınızı da (özellikle çocuğunuzla ilgili fotoğraflar vs. varsa) dışa kapalı konumda tutmanızdır. Eğer tüm önlemlere rağmen çocuğunuz çocuk istismarı mağduru olduysa, ki bu istismarın illa ki fiziki veya doğrudan sanal taciz olması gerekmez, çocuğunuzla ilgili (gerçek veya photoshop) müstehcen bir fotoğrafın paylaşılması bunun için yeterlidir, bununla ilgili derhal bir hukuki yardım almanız ve ilgili kolluk kuvvetlerine zaman geçirmeden konuyu intikal ettirmeniz gerekiyor.

Unutmayın ki, birçok konuda IP adresi veya suçluya ulaşacak teknik bilgileri vermeyen Facebook vb. yabancı menşeli şirketler, konu çocuk tacizi veya istismarı ise, suçluya ilişkin bilgileri derhal paylaşmakta ve her ne olursa olsun suçluya ulaşma imkanı söz konusu olabilmektedir. Fakat, tekrar yinelemek gerekir ki, esas mesele suçluların bulunmasından önce suç mağduru olmanın önüne geçmek olduğundan, çocukların fotoğraflarının mümkün mertebe kamuya açık şekilde paylaşılmaması, çocuğun bilgisayar ve İnternet kullanımının –çocuğu da rahatsız etmeyecek veya üzerinde kişiliğine zarar verecek bir baskı yaratmayacak biçimde- düzenli kontrol altında tutulması ve çocuğun fotoğraflarını İnternette paylaşması yahut İnternette tanımadığı veya tanıdığını sandığı kişilere göndermesinin önüne geçilmesi gerekiyor.

 

 

Önceki TBD Genç Bilişim Yaz Kampı Başlıyor!
Sonraki İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Tayfun Acarer ile Söyleşi

Benzer Yazılar

Röportajlar

Nezih Kuleyin ile “Sanayi 4.0” Hakkında Söyleşi

TOSYÖV Başkanı Nezih Kuleyin: “Endüstrinin ihtiyacı olan işgücünün niteliği her an ana gündem konusu olmak zorunda” 136